17 Eylül 2007 Pazartesi

Karagöz Oyun Bölümleri



Karagöz oyunu dört ana bölümden oluşur. A. Mukaddime (Başlangıç) B. Muhavere (Söyleşme) C. Fasıl D. Bitiş A. Mukaddime: Oyun başlamadan perde ortasına göstermelik denen figürler (Limon ağacı, Çiçek saksısı, Gemi, Çeşme, Hamam vb.) yerleştirilir. Göstermelik hangi oyunun oynanacağına dair bir ipucu olabildiği gibi oyundan tamamen bağımsız da olabilir. Göstermelik Hayali ya da Yardağın çaldığı kamıştan yapılmış nareke ismi verilen düdüğün çıkardığı zırıltılı ses ve def velvelesi eşliğinde perdeden yavaş yavaş kaldırılır. Bu oyunun başladığına işarettir. Daha sonra seyirciye göre sol taraftan Hacıvat semai formunda bir şarkı söyleyerek gelir, şarkısını bitirdikten sonra perde gazelini okur. Perde Gazeli: Perdeden Göstermelik na�reke vızıltısı ve def velvelesi eşliğinde kaldırıldıktan sonra Hacıvat tarafından söylenen uyaklı manzum şiirlerdir. Hayali perde gazeline başlamadan �Oof Hay Hak!� diye yaratana seslenir. Oyunların tasavvufî yönlerinin ağırlıklı olarak vurgulandığı perde gazellerinde, yaratanın varlığı ve birliği övülürken insanın aciz bir kul olduğunun altı çizilir. Karagöz�ün ibret perdesi olduğu ve gösterinin bir ders niteliğinde olduğu belirtilir. En bilinen perde gazeli;
Nakş-ı sun�un remz ider hüsnünde rüyet perdesi Hace-i hükmü ezeldendir hakikat perdesi Sîreti sûrette mümkündür temaşa eylemek Hâil olmaz ayn-ı irfâna basiret perdesi Her neye im�an ile baksan olur iş âşikâr Kılmış istilâ cihanı hab-ı gaflet perdesi Bu hayâl-i âlemi gözden geçirmektir hüner Nice Karagözleri mahvetti bu sûret perdesiŞem-i aşkın yandırıp tasviri cismindir geçen Âdemi amed şüt etmekte azimet perdesi Hangi zılla iltica etsen fena bulmaz acep Oynatan üstadı gör kurmuş muhabbet perdesi Dergah-ı Âl-i Abâ�da müstakim ol Kemterî Gösterir vahdet elin kalktıkça kesret perdesi. (Türk Folklor Araştırmaları Yıllığı, Karagöz Özel Sayısı, İstanbul Haziran 1959, Sayı 119, s: 1935-1936.)Bu gazel 1312 (H.) senesinde Üsküdar�da ölen Kemteri mahlasını alan Raşit Ali Efendi�nindir. Karagöze izafe edilen ve Bursa�da Çekirge yolundaki mezar taşına 1310 (H.) yılında yazılmıştır. Bu ve bunun gibi değişik perde gazellerinin okunmasıyla oyun açılmış olur. Perde gazeli bitimiyle Hacıvat seyirciyi selamlar ve Karagöz�ü çağırmak için teganniye başlar. Karagöz bağırmamasını söylese de Hacıvat bağırmaya devam eder. Bunun üzerine Karagöz aşağıya atlayıp, Hacıvat�la alt alta, üst üste kavga ederler. Hacıvat kaçar, Karagöz sırt üstü yerde yatarken anlamsız sözlerden oluşan tekerlemesini söyler. Karagöz Hacıvat�a kızıp söylenirken, �Bir daha gel bak ben sana neler yaparım� der. Hacıvat tekrar perdeye gelir ve Mukaddime biter, Muhavere (söyleşi � atışma) başlar. B. Muhavere: Kelime anlamı karşılıklı konuşma olan muhavere, Karagöz ve Hacıvat�ın tüm özelliklerini bünyesinde barındıran bir bölümdür. Yanlış anlamalara dayalı, kelimelerin ses oyunlarıyla farklı anlamlarda kullanılmaları, ikilinin eğitim öğretim durumları ve kişilik özellikleri bu bölümde iyice belirginleşir. Eski oyunlardan günümüze ulaşan muhavereler asıl oyunun konusuyla ilgili değildir. Yeni yazılan muhavareler ise oyunla ilgili olabiliyor. Bu bölüm Karagöz�ün yabancı sözcükler kullanarak konuşan Hacıvat�ı yanlış anlaması ya da yanlış anlar görünmesi üzerine kuruludur. Böylece muhavere, ortaya türlü cinaslar ve nükteler çıkmasıyla sürer gider. Muhavereler her konuya açıktır, önceden bilinen bir muhaverenin içine günlük olaylar sokulabileceği gibi, günlük olayları şakacı bir dille eleştiren doğaçlama muhaverelerde olabilir. Bu Karagöz oynatan ustanın maharetine ve kültürüne bağlıdır. Evliya Çelebi�nin çok övdüğü Hayâlî Kör Hasanzade Mehmet Çelebi�nin akşamdan sabaha dek değişik taklitler yapıp herkesi hayretler içinde bıraktığı, 18. yüzyıl sonlarında yetişen Kasımpaşalı Hafız�ın da gece sabaha kadar sadece Hacıvat ile Karagöz�ü oynatıp konuşturduğu, dinleyenlerin çatlamak derecesine geldiği ve vaktin nasıl geçtiğini fark etmedikleri biliniyor. 18. yüzyıl sonlarında yetişen hayal küpü Emin Ağa�nın bir söylediği muhavereyi bir daha söylemez diye şöhreti vardır. Muhavere bölümü Hacıvat�ın Karagöz�den dayak yiyip kaçması, yalnız kalan Karagöz�ün �Sen gidersin de ben durur muyum. Ben de giderim evime bakalım ayine-i devran ne suretler gösterir� diyerek çıkması ile sona erer. C. Fasıl: Oyunlara ad olan bölümdür. Karagöz oyunları isimlerini burada geçen olay örgüsünden alırlar. Karagöz ve Hacıvat dışındaki diğer tipler ağırlıklı olarak bu bölümde perdeye gelir, kendilerini gösterirler. Basit entrikalarla oluşan düğüm yine bu bölümde çözüme kavuşturulur. Hacıvat�ın Karagöz�e iş bulması, Karagöz�ün kendisini zor durumda bırakacak işler yapması en çok kullanılan temalardır. Akışa göre kendi kılık ve şiveleri ile çeşitli tipler perdeye gelip giderler. Gelen her tip kendi müziği eşliğinde şarkısını söyler. D. Bitiş: Karagöz oyununun en kısa bölümü bitiştir. Fasıl bölümü sona erdikten sonra Karagöz ile Hacıvat perdeye gelirler. Burada kıssadan hisse söylenir. Gelecek oyunun adı, yeri ve zamanı konuşma arasında ilan edilir. Karagöz Hacıvat�ı tekrar döver, bunun üzerine Hacıvat, klasik sözü, �Yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman� diyerek yukarı sola doğru perdeden ayrılır. Oyunu kapatan Karagöz�dür. �Her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola! Bak yarın akşam ben sana neler ederim neler!� diyerek yukarı sağa doğru perdeden çekilir. Hayal perdesinde ışığın kararmasıyla oyun sona erer. Karagöz oyun metinleri Kar-i kadim ve Nev icad olmak üzere ikiye ayrılır. Eski Karagöz oyunlarına (Kar-i kadim), yeni olanlara ise (Nev icad) denir.

OYNATIM TEKNİĞİ


1)Oynatım Tekniği
Karagöz perdesi 180 cm X 100 cm ebadındadır ancak bu oran oyunun yapısına göre değişebilir. Perdenin alt tarafında peş tahtası denilen bir tezgah bulunur. Perdeyi aydınlatan ışık kaynağı ve oyunda kullanılacak tasvir, nâreke, tef vs. bu tezgahın üzerinde bulunur. Ayrıca, zaman zaman perdede aynı anda ikiden daha fazla tasvir kullanıldığı zamanlarda hareketsiz duran tasvirlerin sopalarının takıldığı Y şeklinde çatal (hayal ağacı) sopalar takılır. Karagöz ile Hacıvat oynatan usta konuşan tasvirleri iki eliyle idare ettiği zamanlarda diğer tasvirlerin perdeye yapışık halde durmalarını hayal ağacı sağlar. Karagöz ile Hacıvat oyununu "hayali" adı verilen tek kişi oynatır, iyi bir hayali iyi şarkı söyleyebilmelidir, iyi şarkı söylemekten kasıt bir şarkıcı gibi söylemek değildir. Şarkıyı "usûl" içinde kalarak karikatürize etmek gerekir ki bu normal bir şekilde şarkı söylemekten çok daha zordur. Ayrıca şarkıyı söylerken hangi tipleme için söylüyorsa o tiplemenin ses tonunu ve lehçesini kullanmak zorundadır. Çünki perdede o şarkıyı söyleyen aslında perdeye gelen tiplemedir. Hayâlî'nin yanında yardak adı verilen bir yardımcı olur. Yardak tef çalar, rol sırası gelen tasvirleri hayâlîye verir, gerekirse şarkı söyler. Tef çalmak kolay gibi görünürse de aslında göründüğü kadar kolay değildir. Hakkıyla tef çalabilmek için Türk Sanat Müziğinde kullanılan basit usülleri bilmek gerekir. Karagöz oyunlarında, oyuna giren her tipleme kendi karakteristiğine uygun bir şarkı eşliğinde perdeye gelir. Bazı eserler bazı tiplemeler ile o kadar sık kullanılmıştır ki adeta bu eserler ilgili tipleme ile özdeşleşmiş ve zaman içinde neredeyse yapay bir Karagöz musikisi ortaya çıkmıştır. (Klasik karagöz oyunlarında sıkça kullanılan eserlerin listesini ve notalarını Musiki sayfasında bulabilirsiniz. Eser ismine tıkladığınızda nota sayfası açılır, arka planda da MIDI formatında sesi çalar). Eskiden karagöz oyunlarında sekiz on kişilik bir saz heyeti bulunur ve tiplemeler bu saz heyetinin seslendirdiği şarkılar eşliğinde perdeye gelirlermiş. Ne yazık ki günümüzde ekonomik olanaksızlıklar yüzünden bu tür bir uygulama yapılamamaktadır.
Emin Şenyer, Nevşehir Damat İbrahim Paşa İlköğretim okulunda bir gösteride
2)Tasvir yapım tekniği
Karagöz tasvirleri, özel olarak yapılan yarı şeffaf derilerden yapılır. Eskiden deve derisinden köpek boku, zırnık gibi doğal malzemelerin kullanımıyla tabaklanan deriler deri teknolojisinin ilerlemesiyle artık çeşitli kimyasal enzimler kullanılarak yapılmaktadır, günümüzde ne yazık ki deve derisi bulabilmek mümkün olmadığından dana, sığır gibi büyük baş hayvan derileri kullanılmaktadır. (Köpek boku, derinin tüylerinin dökülmesinden sonra deri yüzeyinde kalan kıl köklerini temizlemek için kullanılırmış. Köpek bokunun deri üzerinde iyi işlem yapabilmesi için çok taze olması gerekir, bayatlayınca hiç bir işe yaramazmış. Köpek boku toplayanlar tabakhaneye çabucak yetiştirmek için koşa koşa giderlermiş. Bu yüzden aceleci insanlara tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun denir:) Karagöz derisi olarak tabaklanacak derilerin taze mezbaha derisi ya da salamura deri olması, derinin üzerinde ispire ve kesik olmaması, beyaz yünlü ya da kıllı bir hayvanın derisi olması ve tabii ki yağ miktarı düşük bir hayvan olması gerekmektedir. Karagöz derisi tabaklamanın klasik deri üretiminden pek farkı yoktur ancak bazı noktalara dikkat edilmesi gerekir. Islatması pervane ya da dolapta yapılır, ıslatma suyuna sodyum hipoklorit konulması tavsiye edilir. Islatma tamamlandıktan sonra ön kavaleta ile deri üzerinde kalan et parçalarının temizliğinin yapılması gerekir. Deri iyice temizlendikten sonra uygun bir gergefe veya tahtaya gerdirilerek kenarlarından çakılmalı ve kendi halinde gölgede yavaş yavaş kurumaya bırakılmalıdır.Bazı karagöz kitaplarında yazıldığı gibi sadece kireç ile derinin kıllarının dökülmesi Karagöz derisi yapmak için yeterli değildir. O şekilde de kılsız bir deri ortaya çıkar ancak bu yarı şeffaf karagöz derisi olmaktan çok eskiden köylülerin çarık yapmakta kullandığı çarık derisi olur.
Deri tabaka halinde hazır olarak da satılır. Önce yapılacak tasvir büyüklüğünde bir deri parçası kesilir ve cam ile kazınarak temizlenip hafifçe ıslatıldıktan sonra düz hale gelmesi için düz yüzeyli bir ağırlık altına konur ve burada iyice düzleşene kadar bekletilir.Daha sonra, iyice temizlenip şeffaflığı artırılan ve düzleştirilen deri yapılacak olan tasvirin resminin üzerine konarak tasvirin resmi çizilir. Resim çizildikten sonra etrafı uygun olan kesici bir alet ile kesilir. İç hatlar ise arkadan verilecek ışığın deliklerden geçip perdeye yansıması için nevregan adı verilen ucu sivri bir alet ile delinir.Kesme ve delme işlemi bir ağaç kütüğü üzerinde yapılır. Ağaç kütüğünün Ihlamur olması çok önemlidir, çünkü Ihlamur kütüğü çok yumuşak olduğundan delme ve kesme işlemleri daha rahat yapılabilir. Kesme ve delme işlemi bittikten sonra deliklerin etrafında oluşan kabarıklıklar spatula benzeri ucu keskin bir alet ile kazınır. Sopaların geçeceği deliklerin etrafına kalınca bir deri parçası dikilerek deliklerin daha derin hale gelmesi sağlanır. Bu deri parçası sopanın tasviri daha sağlam tutup oynatırken çıkmasına engel olmak içindir. Deri parçası dikildikten sonra bir zımba ya da bıçak yardımıyla sopaların gireceği delik açılır. Tüm bu işlemlerden bittikten sonra yapılan tasvir ince bir zımpara ile iyice zımparalanıp boyama işlemine geçilir. Karagöz tasvirlerinin boyanmasında eskiden bitkilerden ve çeşitli doğal malzemelerden elde edilen kök boyalar kullanılırmış ancak kök boya yapmak zahmetli bir iş olduğundan günümüzde tasvir yapımcılarının büyük bir bölümü Ecoline boyalar kullanmaktadırlar. Ecoline boyalar tasviri yüzeysel olarak boyarlar, oysa kök boya derinin içine işlediği için son derece dayanıklı boyalardır, yapay boyalar yıllar geçtikçe dökülüp kalitesini yitirirler ancak kök boyalar hiç bir zaman bozulmazlar, hatta tam tersine zaman içinde daha da güzel bir görünüm kazanırlar. Ben kendi tasvirlerimi kök boyalarla boyuyorum. Tasvir uygun renklerle boyandıktan sonra kenarlarına ve iç hatlara siyah boya ile kontür çekilir. Boyama işlemi de bittikten sonra tasvirin parçaları uygun yerlerinden mumlu iplik, kat küt ya da misina ile birbirine bağlanır, artık tasvir oynatıma hazır hale gelmiştir.

KARAGÖZ MUSİKİSİ


Gölge oyunu Karagöz´de musiki önemli bir rol oynar.Karagöz´ün ayrılmaz bir parçası olan musiki bu oyunlarda kendine özgü bir nitelik kazanmış, Osmanlı şehir eğlence musikisinin bir türü haline gelmiştir. Musikinin yer almadığı bir Karagöz oyunu düşünülemez. Musiki Karagöz´de Osmanlı-Türk musikisinin değişik türleri ile beste şekillerini içinde toplar.Klasik musikinin kâr, karçe, murabba, beste, semai, şarkı gibi beste şekilleri; gazel ve taksimler; şehir eğlence musikisinin köçekçeleri, tavşancaları ve oyunhavaları; Anadolu´nun ve Rumeli´nin türküleri dışında, oyunlarının konuları gereği olan Arapça ve Yahudice güfteli şarkılar, Çingene şarkıları, Rum ve Ermeni kültürlerine özgü ezgiler, vals, polka, opera aryası gibi batı müziği parçaları da Karagöz musikisinde yer almıştır.Oyunların konuları musiki repertuarının gittikçe genişlemesini sağlamıştır.Karagöz musikisinin tesbit edilebilen repertuarı daha çok 19. ve 20. yüzyıl Türk musikisine aittir.Ancak, bu repertuarda, Abdulkadir Meragi´ye mal edilen kârlar, Seyyid Nuh, Itrî, Kassamzade, Ebubekir Ağa, Tab´î, Sadullah Ağa, Mustafa Çavuş gibi bestecilerin eserleri de bulunması, bu arada Batı müziği eserlerine de yer verilmesi Karagöz musikisinin sabit olmadığını, Türk musikisindeki ve Türk toplumundaki değişime uyum sağlamak amacıyla her dönemde değiştirildiğini gösterir.Son dönemlerde doğrudan Karagöz oyunları için şarkı besteleyen besteciler de çıkmıştır. Karagöz musikisi şu üç bölümde ele alınabilir:Semai, Gazel, Hayal şarkıları. "Semai"nin klasik Türk musikisindeki ağır, yürük ve saz semaisi şekilleriyle bir ilgisi yoktur. Klasik musikiye özgü kâr, kârçe, murabba beste, semai, şarkı gibi beste şekillerinin toplu adıdır "semai" burada. Semaileri hep Hacıvat okur. Bunlar daha ağırbaşlı eserler olduğu için genellikle oyunun başında okunur. Bu eserlerin tamamı okunmaz, sadece zemin ve teslim bölümlerinin okunmasıyla yetinilir. Gazel, bildiğimiz gazeldir. Hayal şarkıları ise şarkı ve türkülerdir. Günümüze kadar iki yüzü aşkın hayal şarkısı tespit edilebilmiştir. Bazı hayal şarkıları oyunlarda sık sık okunduğundan bu şarkılar oyun tipleriyle adeta özdeşleşmiştir. Bu tür şarkılar oyun tiplerine uygun bir güfte ve ezgi yapısı içindedir. Karagöz oyunlarında kullanılan çalgılar "perdedeki çalgılar" ve "perde gerisindeki çalgılar" olarak ikiye ayrılabilirler.Perdedeki çalgılar bağlama, Karadeniz kemençesi,davul, zurna, kabak, tulum gibi halk sazlarıdır. Perde arkasında kullanılanlar ise kanun, ud, keman, zurna yahut klarnet, def gibi klasik musikide kullanılan sazlardır. Zil, zilli maşa, nakkare kullanıldığı da olur. Osmanlı toplumundaki etnik ve dîni cemaatlerin kültürleri Karagöz musikisine canlı bir şekilde yansımıştır. "Kaminamoz elde aki, yo kero poraki" (Balat kapısından girdim içeri) Yahudice güfteli şarkı, "Çeribaşının gelini" adlı Çingene şarkısı, arapça "Befta hindi şeş harir" güfteli şarkı ile Laz, Ermeni, Kürt kültürlerine özgü ezgiler bu tür parçalardır.Karagöz oyunlarında zenneler de şarkı söylerlerdi.Karagöz oyunlarında halk musikisi de imparatorluğun çeşitli şehir, kasaba ve yörelerinin kültürlerini yansıtır.Oyunlarda Bolulu Bolu türküsü, Harputlu Harput türküsü, Arnavut ve Rumelili Rumeli türküsü söyler. Böylece taşranın musiki kültürü ve zevki de hayal perdesinden payitahta girer. Eski İstanbul´da padişahtan, okumuş çevrelerden en sade halk insanına kadar herkes Karagöz oyunlarının tiryakisiydi. Karagöz bu yönüyle birleştirici bir şehir kültürü ürünüydü. Karagöz´ün bu yönü musikisine de yansımıştır. Bu geleneksel oyunların ağırbaşlı klasik eserlerden hafif şarkılara ve oyun havalarına kadar genişleyen repertuarı İstanbul şehir musikisinin ve şehir zevkinin anlamlı bir ifadesidir.**Yukardaki yazı Kalan müzik Karagöz Hacivat CD sinden alınmıştır.
Ortaoyunu , Meddah ve Karagöz konusunda araştırma yapan bazı araştırmacılar bir "Karagöz Musikîsi"'nden söz ederler fakat yukardaki yazıda da belirtildiği gibi, bir "TÜR" olarak karagöz musikisinden bahsetmek mümkün değildir. Hayalî'ler musiki kabiliyetleri ve bilgileri oranında Karagöz tiplemeleriyle ya da oyunlarıyla uyum sağlayabilecek ya da bu oyunlara yakışacak her tür musiki eserini zaman zaman karagöz oyunlarının içinde kullanmışlardır. Oyunlar eskiden, şimdi olduğu gibi yazılı metinleri ezberleyerek oynatılmazdı. Geleneksel Türk tiyatrosunun en önemli özelliği olan Tuluat "Doğaçlama" geleneğine uygun olarak oynatılırdı. Tuluat geleneği batı tarzı oyunlardaki gibi değişmezlik ilkesi yerine, her gün değişebilen ve güncel olayların perdede-sahnede canlandırılması temeline dayanır. Oyunun içeriği değişir de oyunda kullanılan musiki eserleri değişmez mi, elbette ki oyun içinde kullanılan musiki eserleri de o günün beğenisine uygun olarak değişirdi. Fakat sonradan bazı karagöz araştırmacıları "özellikle" Hayâlî Küçük Ali'nin ses kasetlerindeki eserleri bir araya getirerek yapay bir karagöz musikisinden söz eder olmuşlardır. Karagöz musikisinden söz edilebilmesi için sadece karagöz için yapılmış, karagöz oyunlarına has musiki eserleri olması gerekir. Karagöz Musikisi vardır demek Tuluat "Doğaçlama" geleneğini yok saymak olur ki bu da karagözün gelişimini engeller. Aşağıda eski karagöz ustalarının çok kullandığı bazı eserlerin hangi tiplemeler ile birlikte kullanıldığının listesi ve notaları verilmiştir. Bu eserler incelendiğinde bir "TÜR" olarak karagöz musikisinden söz edilemeyeceği anlaşılır.

KARAGÖZ OYUNU TARİHÇESİ


Deriden yapılan tasvirlere arkadan vuran ışığın tasvirlerin gölgesini beyaz bir perde üzerine yansıtması temeline dayanan gölge oyunu doğu kültürlerine özgü bir sanattır ve ortaya çıkışı hakkında değişik rivayetler vardır. Bir rivayete göre Çin hükümdarı Wu (M.Ö. 140-87) karısının ölümü üzerine derin bir üzüntüye kapılır. Şav Wong adlı bir çinli, hükümdarın üzüntüsünü hafifletmek için sarayın bir odasına gerdiği beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği bir kadının perde üzerine düşen gölgesini ölen kadının hayali diye sunar (Bizdeki Karagöz ve Hacıvat efsanesine benzerlik dikkat çekicidir). Bir başka rivayete göre ise Hint’ten çıkmış 4. ve 5. yüzyıllarda Java’ya geçmiş ve buradan da batı dünyasına yayılmıştır.
Gölge oyunu tekniğinin Türk toplumunda ne zaman kullanılmaya başlandığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bir görüşe göre Çinlilerden Moğollara onlardan da Türklere geçmiştir. Daha sonra da Türk akınlarının istikametine paralel olarak batıya geçmiştir. Bu tekniğin Türk halk kültüründe ortaya çıkışı ve ne zaman Karagöz ve hacıvat olarak biçimlendiği hakkında değişik görüşler vardır. Bunlardan en yaygın olanı Sultan Orhan devrinde (1324-1362) Ulucami’nin inşaatı sırasında Bursa’da geçmiştir. Cami inşaatında çalışan demirci ustası Kambur Bâli Çelebi ( Karagöz ) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz ( Hacıvat ) arasında geçen nükteli konuşmaları dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakıp onların etrafında toplanır, bu yüzden de inşaat yavaş ilerlermiş. Bu durumu öğrenen padişah her ikisini de idam ettirmiş.(Bir rivayete göre ise Karagöz idam edilmiş, Hacıvat ise hacca giderken yolda ölmüştür). Daha sonra çok pişman olan padişahı teselli etmek isteyen Şeyh Küşterî başından beyaz sarığını çıkarıp germiş ve arkasına bir şema(ışık) yakarak ayağından çıkardığı çarıkları ile de Karagöz ve Hacıvat’ın tasvirlerini canlandırıp nükteli konuşmalarını tekrar etmiş. O tarihten sonra da Karagöz oyunları değişik mekanlarda oynanır olmuş. Günümüzde de Karagöz perdesine Şeyh Küşterî meydanı denir ve Şeyh Küşterî Karagözcülüğün pîri kabul edilir.
Emin Şenyer bir okulda gösteri sonrasında seminer verirken (Yukarıda)Ve izleyen öğrenciler (aşağıda)
D.T.C.F Tiyatro kürsüsü eski başkanlarından Prof. Metin And’a göre ise, 1517 yılında Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim’in Memlük sultanı Tumanbay’ın Nil nehri üzerindeki Roda adasında asılışını hayal perdesinde canlandıran bir hayal sanatçısını, oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın da görmesini arzu ederek İstanbul’a getirmesiyle gölge oyunu Anadolu’ya girmiştir: “Türkler 16. yüzyılın başında perde gerisinden gölge yansıtma tekniğini Mısır’dan almışlardır. Mısır oyunlarında birbirinden kopuk sahneler bulunduğu için ilk başlarda Türk gölge oyunlarında da buna uyulmuştur. Ayrıca, Mısır gölge oyunlarında belirli, kalıplaşmış kişilere pek rastlanmaz. Nitekim 16. yüzyılda Karagöz ve Hacıvat’ın adını pek duymayız. Böylece, Mısır’dan alınmış olan bu yeni oyuna zamanla Türk yaratıcılığı katılmış, çok renkli, hareketli bir biçim verilmiş, kesin biçimini aldıktan sonra da Osmanlı İmparatorluğunun etki alanı çevresinde yayılmıştır. Böylece gölge oyunu Mısır’a yani geldiği yere bu yeni biçimiyle dönüp yerleşmiştir. Nitekim bir çok gezgin, 19. yüzyılda Mısır’daki gölge oyununu anlatırken, bunun karagöz olduğunu, Mısır’a Türkler tarafından sokulduğunu ve çoğunlukla Türkçe oynatıldığını belirtmişlerdir.”(1)
Yaptığım bir gösteri sırasında tüm seyirciler Karagöz ile birlikte oynuyor
Sayın Prof. Metin And'ın bu görüşüne karşılık olarak ise Cevdet Kudret şöyle yanıt vermektedir; "Geleneksel tiyatromuz üzerindeki çalışmalarıyla konuya yeni belgeler ve görüşler kazandıran değerli incelemeci Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu adlı büyük eserinde gölge oyununun Türkiye'ye 16. yüzyılda gelmiş olduğunu ve Türkiye'de gölge oyununun varlığını kesin olarak gösteren kaynaklara da 16. yüzyılda rastlanmakta olduğunu ileri sürmüştür. Kitabımızın ön yazısında da sözünü ettiğimiz üzere İbni İlyas adlı bir Arap tarihçinin eserinden öğrendiğimize göre (2)1.Selim (Yavuz) Mısır'ı aldığı yıl (1517), Cize'de seyrettiği bir gölge oyununu çok beğenmiş, Memluk Sultanı 2. Tumanbay'ı nasıl idam ettirdiğini gösteren bu oyunu oğlu veliahd Süleyman (Kanuni)'ın da görüp eğlenmesi için Mısır'lı hayalciyi İstanbul'a götürmek istediğini bildirmiştir. Metin And, bu belgeyi "gölge oyununun Türkiye'ye 16. yüzyılda Mısır'dan gelmiş olduğu üzerine kesin bir kanıt" olarak görmekte ve "Türkler 16. yüzyılın başında perde gerisinden gölge yansıtma tekniğini Mısır'dan almışlardır demekte; 13. yüzyıldaki Mısır gölge oyunlarıyla 16 yüzyıldaki Türk gölge oyunları arasında "ortak noktalar" bulunduğunu belirttikten ve Mısır gölge oyunu tasvirleriyle Türk gölge oyunu tasvirleri arasındaki benzerliklere de işaret ettikten sonra "16. yüzyılda Türkiye'de gölge oyunu üzerine belgelerin birden bire artmış olması ve kukla için kullanılan hayal'i gölge oyunundan ayırmak için hayal-i zıll veya zıll-i hayal deyimlerinin gene bu yüzyılda kullanılmış olması"nın "bu görüşü destekleyen kanıtlar" olduğunu söylemektedir. Gerçekten de, eski Mısır gölge oyunlarıyla Türk gölge oyunları arasındaki benzerlik, bu oyunun Türkiye'ye Mısır yoluyla geldiğini gösteriyor; fakat bunun 1517 de geldiği yolundaki kanıtlar yeterli görünmemektedir.Bir kere, Anadolu ile Mısır arasındaki siyaset ve askerlik ilişkileri 13. yüzyılın ikinci yarısına kadar çıkmaktadır: Mısır'da kurulan (1250) Memlûk İmparatorluğu'nun Anadolu'daki Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları beyliklerinin "metbû"u olduğu, hatta başka beylikler üzerinde de hak iddia ettiği; 1. baybars (hük. 1260-1277)'ın Anadolu'yu İlhanlı egemenliğinden kurtarmak üzere, bir kısım Anadolu Türk beylerinin çağrısı üzerine Anadolu'ya gittiği, İlhanlı ordusunu yedikten sonra Kayseri'ye kadar ilerlediği (1277) biliniyor. Anadolu'nun Mısır'la olan siyaset ilişkileri daha sonraki yüzyıllarda da sürmüştür. Bundan başka, Memlûkler devrinde Mısır, İslam dünyasının en büyük kültür merkezlerinden biri idi. Bütün İslam memleketlerinden, bu arada Anadolu'dan da bir çok öğrenciler Mısır'a gitmekte idi. (sözgelimi, Simavna Kadısı-oğlu Şeyh Bedrettin 1359-1417 Kahire medresesinde okumuş, sonra da Sultanın oğluna hocalık etmişti) Siyaset ve askerlik ilişkileri yanında bu kültür ilişkileri, Mısır gölge oyununun Anadolu'ya daha önceki yüzyıllarda gelme olanağı bulunduğunu gösterir. Nitekim, Mısır'la Anadolu arasındaki ilişkilerin özellikle 13.-14. yüzyıllardaki yoğunluğu ve Mısır'da gölge oyununun 13. yüzyılda varlığını bildiren belgelerin yanı sıra, Anadolu'da gölge oyununun Sultan Orhan (hük 1324-1362) devrinde meydana geldiği yolunda bir söylentinin bulunması dikkate değer. Kaldı ki, halk arasında kuşaktan kuşağa sürüp giden söylenti ve mekabelerde çoklukla bir gerçek payı vardır. Son Memlûk sultanının idamını perdeye yansıtan Mısır'lı hayalciyi Yavuz'un İstanbul'a götürmek istemesini, gölge oyununun o tarihte Türkiye'ye girdiği anlamında değil, padişahın yaptığı işleri canlandıran bir oyunu oğluna ve İstanbul seyircisine gösterme göstermek istemesi yolunda yorumlayabiliriz. Nitekim bugün bir hükümet ya da devlet başkanının yabancı bir tiyatro topluluğunu Türkiye'ye çağırması, Türkiye'de daha önce tiyatro bulunmadığı anlamına gelmez."(3)Evliya Çelebi’ye göre ise; Efelioğlu Hacı Eyvad, Selçuklular çağında Mekke’den Bursa’ya gidip gelen Yorkça Halil diye tanınmış biridir. Bu yolculuklardan birinde kendisini eşkiyalar öldürmüştür. Karagöz ise Bizans Tekfuru Kostantin’in seyisi olup Edirne dolaylarında Kırk Kilise’den kıptî Sofyozlu Balî Çelebidir. Yılda bir kez Tekfur kendisini Alaeddin Selçuki’ye gönderdiğinde Hacıvat ile buluşup konuşurlardı. Gölge oyunu sanatçıları onların söyleşmelerini gölge oyunu olarak oynatırlardı. Ancak bilindiği gibi Anadolu Selçuklu devleti 1308-1318 yıllarında son bulmuştur, Evliya Çelebi ise 1611 yılında doğmuştur. Evliya Çelebi'nin kendi doğumundan yaklaşık 300 yıl önceki bir olay hakkındaki görüşlerinin güvenilirliği yoruma açıktır.
Karagöz sanatının Hindistandan batıya göç eden çingeneler yoluyla ya da İspanya'dan göç eden Yahudiler yoluyla Anadolu'ya geldiğini söyleyenler de çıkmıştır ancak bu tür görüşleri ortaya atanlar sağlam bir kanıt gösterememektedirler.
Karagöz ile Hacıvat’ın gerçekten yaşayıp yaşamadıkları ise hiçbir şekilde ispat edilememiştir. Bir dönem basında köşe yazarları Karagöz ve Hacıvat'ın gerçek birer kişi mi yoksa bir hayal ürünü mü olduğu hakkında uzun süreli yazılar yazmışlarsa da bu konu hiç bir zaman açıklık kazanamamıştır. Bu konuyla ilgili olarak Selim Nüzhet gerçek, Türk temâşası adlı kitabında şöyle diyor “...Tarihlerde, karagözün yaşadığına veya yaşamadığına dair kati hiç bir vesika olmadığına ve gördüğümüz veçhile mevcut malumatın indi bir takım mülahazalardan ibaret bulunduğuna göre bir hükmü birlikte vermeye çalışalım: Karagözün varlığını, yokluğunu hars noktai nazarından layık olduğu ehemmiyetle düşünürsek onun fâni bir mevcut olmadığını kabul etmek daha makul olur. O şahsi yokluğuna rağmen remzî bir varlıkla asırlarca Türk ruhunda, Türk vicdanında yaşamış mâşeri bir mevcuttur. Böyle bir mevcut ise tecelli sırrına mazhar olurken hakiki ferd gibi ete, kemiğe ve sinire muhtac değildir.Buddha, İsa hatta Şekspir gibi mâşerî mevcudların şahsı daima münakaşa mevzuu olmuştur. fakat bu yokluk iddiasından, bunların hiç birinin kıymeti ve ehemmiyeti azalmamıştır. Karagöz de renkli bir deve derisine bürünerek tecessüm ettiği zaman hakikatten daha canlı bir hayal şeklindedir. Ezelî ve ebedî bir hüviyettir. Türk, Karagözü bulmamış, almamış: onu dehasından yaratmış ve ona kendi özünden ölmez bir can vermiştir. Onu bir fanî zannetmek, ona bir mezar düşünmek onu küçültmek, onu öldürmektir.”
İslam dünyasında bu oyuna zıll-i hayâl (hayal gölgesi), hayâl-el sitare (perde hayâli) gibi adlar verilmiştir.Bazı islam tasavvufçularının eserlerinde hayâl sahnesi Dünya’ya, insanlar ve diğer varlıklar perdedeki geçici hayallere benzetilmiş,oyundaki hayaller nasıl perde arkasındaki sanatçı tarafından oynatılıyorsa, evrendeki varlıkları da görünmeyen bir yaratıcının hareket ettirdiği anlatılmıştır.
16. yüzyılda hayâl oyununun yaygınlığını ve Osmanlı eğlence sanatlarının başlıcalarından olduğunu gösteren pek çok belge vardır. Şeyhülislam Ebussuut Efendi’nin (1490-1574) hayâl oyununu ibret gözüyle seyretmenin cezayı gerektirmeyeceği yolundaki fetvası bunların en önemlisidir.Ebussuut Efendi;
Rayetu hayâl al-zılli ekbera ibrâtınLimen huva fi ilmil-hakikatı râkıŞuhusun ve eşbahun temerru ve tankadîVatefna serian vel-muhariku bakî.
(Gerçek biliminde yükselmek isteyenler için gölge oyununda büyük ibretler olduğunu gördüm. Kişiler, kalıplar gölge gibi gelip geçiyor ve çabucak yok oluyor, onları oynatan ise durucu kalıyor) demiştir.
17. yüzyılda belgeler daha da çoğalmaktadır .Evliya Çelebi, Naima gibi yerli yazarların eserlerinden ve o çağda İstanbul’da bulunmuş Avrupalıların anı ve gezi kitaplarından öğrenildiğine göre ramazan ayında kahvehanelerde, başka zamanlarda da evlenme, doğum, sünnet düğünü vs. dolayısıyla saray, konak ve evlerde yapılan şenliklerde oynatılan bu oyunlar Osmanlı toplumunun belli başlı eğlencelerinden biriydi.
19. yüzyılda da yine sarayın ve halk toplantılarının gözde eğlencelerinden olan olduğunu yerli ve yabancı kaynaklardan öğreniyoruz. Söz konusu yerli kaynaklara göre, II. Mahmut devrinde şehzadelerin sünnet düğününde geceleri on bir ayrı yerde Karagöz oynatılmıştır. Abdülaziz ve II. Abdülhamit devirlerinde bazı Karagöz sanatçıları Mızıkayı Hümayun himayesine alınmışlardır. Bu dönemde yetişen karagöz sanatçılarının kimisinin tekkelerden (Şeyh Fehmi efendi, Müştak Baba), kimisinin medreseden (Darphaneli Hafız efendi, Hafız Mehmet efendi). Kimisinin Enderundan (Enderunlu Hakkı bey, Enderunlu Tevfik efendi), kimisinin katiplikten (Katip Salih efendi), kimisinin cerrahlıktan (Cerrah Salih efendi), pek çoğunun da esnaflıktan (Yorgancı Abdullah Efendi, Püskülcü Hüsnü Efendi, Kantarcı Hakkı Efendi, Hamamcı Süleyman Efendi, Yemenici Andon Efendi, Çilingir Ohannes Efendi) olduğu görülür.
Esnek yapısı itibariyle doğaçlamaya ve güncel olayların işlenmesine son derece açık olan Karagöz perdesi, zamanının en önemli toplumsal yergi vasıtasıydı. Halkın beğenmediği hükümet kararlarını eleştirdiği ve kamuoyunu temsil ettiği dönemler vardır. Osmanlı’nın son dönemlerinde Karagöz sanatçıları devlet ileri gelenlerinden bazılarının hırsızlığını, rüşvetçiliğini vs. perdede canlandırdıkları için bu taşlamalar çok keskin bulunmuş, oyunlar yasaklanmış, devlet ileri gelenlerinin perdeye yansıtılmaları ağır cezalara bağlanmış, bu yasaklamalardan sonra Karagöz sıradan, kaba saba bir güldürü durumuna düşmüştür. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bir süre daha yaşayan Karagöz, zaman içinde tiyatronun, sinemanın daha sonra da televizyonun hayata girmesiyle tamamen etkisini kaybetmiştir. Ancak Karagöz oyunlarının etkisini kaybetmesindeki sebep sadece teknoloji alanındaki gelişmeler olmamıştır. 17. yüzyılda başlayan batılılaşma çabaları yirminci yüzyılın başlarında etkisini göstermeye başlamış, geleneksel Türk tiyatrosunun en önemli özelliği olan doğaçlama geleneği terkedilmiş bunun yerini batı tiyatrolarında olduğu gibi yazılı metinler almıştır. Yazılı metne bağlı kalarak oynatılan Karagöz oyunları, yeni oyunlar yazılamadığı için çağa ve insanların kültürel gelişimlerine ayak uyduramamış, eskiden oynatılan oyunların aynısının tekrar tekrar perdeye getirilmesi insanların ilgisini çekmez olmuştur. Ancak doğaçlama geleneğine geri dönülmesi durumunda Karagöz eskiden olduğu gibi saygın ve yaygın bir duruma gelebilecektir, aksi takdirde önümüzdeki on yıllar içinde Karagöz sanatımız tarih kitaplarının arasında kalıp yok olmaya mahkumdur.Ne yazık ki günümüzde artık bir avuç gönüllü tarafından yaşatılmaya çalışılmaktadır....
Umuyoruz ki devletimiz kültür politikalarını yeniden gözden geçirir ve ölmek üzere olan Karagöz sanatımızın yaşaması için gerekli yasal düzenlemeleri yapar.
(1)Geleneksel Türk Tiyatrosu .s.278.Metin And..İnkilap Kitabevi 1985(2)Bedâyi-el-Zuhûr fi Vakaayi-el-Dühûr İbni İlyas Kahire 1311 s 125-134(3)Karagöz Cevdet Kudret Bilgi Yayınevi 1970 Cilt 3 s 543